Trakya'nın Sanat Vitrini Sınır şehrimiz Edirne'den ses gelir, bir buğulu nefes gelir. Şairimiz Arif Nihat Asya'nın seslenişiyle: Selimiye derler, Edirne derler, Neler gelmez Edirne'den?. Koskoca bir tarih gelir. Tarihin peşi sıra destanlar, efsaneler gelir. Binlerce yıl önce, Asya'dan Traklar gelir. Trakların bir kolu olan Odrisler, Edirne'nin bulunduğu yere gelir, bir şehir kurar, adına "Odrisya" derler. Odrisya, zamanla "Orastia" olur. Ve günün birinde Roma İmparatoru Hadrianus da buraya gelir. Şehre kendi adını vererek, adını "Hadrianapolis"e çevirir. Bu ad, sonradan "Edrinepoli" şeklinde söylenir. Türkler Adaleti Getirdi... Edrinepoli, Edirne olabilmek için, birilerini bekler, durur yüzlerce yıl... 1361 yılında beklenenler gelir, bunlar, Osmanlı Padişahı Murat Hüdavendig'r'ın Lala Şahin Paşa kumandasındaki Rumeli fatihleridir. Edirne'nin Bizanslı kumandanı, Türklerin büyük bir orduyla Edirne üzerine yürüdüklerini öğrenir öğrenmez, Meriç boyundan gizlice Enez'e kaçar, şehri başsız bırakır. Türkler, atlarının dizginlerini Edirne Kalesi'nin önünde çekerler: - Biz size savaş değil, adalet getiriyoruz. Kapıları açınız, kimsenin kılına dokunulmayacak, can, mal güvenliği sağlanacak... Başsız Edirne kuşku içindedir. Ortalığı derin bir sessizlik kaplar... Türkler, yeniden seslenirler: - Size üç günlük mühlet veriyoruz. Kararınızı verin!... Bu üç günlük süre içinde, Türkler kale çevresindeki bağ ve bahçelere çekilirler. Herkes, kopardığı üzüm, ya da meyvelerin parasını, sırmalı atlas keselerin içinde, üzüm çubuklarına, ağaç dallarına asarlar. Bu durumu kale burçlarından seyreden Edirneliler, üçüncü günü son bir deneme daha yaparlar. Kızlarını yarıçıplak kalenin kapısından dışarı çıkarır, kapı önündeki çimenlikte dans ettirirler. Türk yiğitleri, bu biri diğerinden güzel, yarıçıplak dans eden kızlara sadece seyirci kalır, dokunmazlar bile... Bu denemeden sonra, şehir halkı kararını verir. Öğleye doğru Edirne'nin kapıları Türklere açılır. Türk ordusu alkışlar içinde, çiçeklerle karşılanır. Gerçekten de Edrinepoli, ondan sonra Edirne olur, Osmanlılar, kısa süre içinde, bu şehri yeniden kurarak başkent yaparlar. Selimiye'nin Ters L'lesi İstanbul'un fethine kadar başkent olan Edirne, saray, köşk, cami, medrese, han, hamam, bedesten, imaret, hastane gibi mimarî eserlerle süslenir. Öyle ki, Osmanlı sanatında Edirne anıtları, Edirne uslûbu adıyle yeni bir devir açar. Eski Cami, Üç Şerefeli derken, Mimar Koca Sinan, Selimiye'de ustalığını ve üstatlığını göstererek, Ayasofya'yı dize getiren, ondan daha yüksek, ölümsüz bir anıt yapar. Selimiye Camii sülün gibi gökyüzüne yükselen dört minaresiyle Edirne'nin sembolü olur. Bu üç şaheser için Edirneliler: Eski Camiinin yazısı, Tekerlemesini dillerinden düşürmezler. Şair Arif Nihat Asya üstadımız burada yine seslenir: Taşları karamış bir yol ucunda Selimiye deyince ters l'le hikâyesini hatırlarız. Camiin yapılacağı zaman, bu tepede evi bulunan inatçı bir gayrimüslimin mülkünü satmamakta direnişi, sonunda camide bir anısının bulunması şartıyle rıza göstermesini temsil eden bir l'le motifi... Ama bu motif, onun inatçılığına işaret olması için ters çizilmiş... Ve daha Selimiye için çeşitli söylentiler... Edirne anıtları, yalnız anıt olarak değil, mermer işleme ve çini süsleri ile, kalem işi nakışları ve yazılarıyla, tahta oymacılığı, sedef kakmacılığıyle de gönülleri büyüler. Edirne, sayıları yüzü aşan eski eserleriyle bir "müze şehir"dir. Trakya'da bir sanat vitrinidir. Edirne yalnız sanatın, hünerin değil, Türk gücünün de er meydanında şahlandığı, dünyaya meydan okuduğu yerdir. Her yıl, haziran ayında, Edirne'deki Sarayiçi'nde, tarihî Kırkpınar güreşleri yapılır. Kırkpınar Adı Nereden Gelir? Kırkpınar'ın bir hikayesi de vardır. Derler ki, Yıldırım Beyazıt'ın büyük oğlu Emir Süleyman Çelebi, Edirne'de saltanat sürdüğü yıllarda, Balkanlara seferler açmış, bu seferler sırasında akıncı yiğitlerini, fırsat buldukça güreştirirmiş. İki akıncı varmış ki, bunlar her mola verişte kispetlerini giyer, güreş tutarlar saatlerce güreştikleri halde bir türlü yenişemezlermiş... Derken, Edirne'ye altı saat ötede Saloma köyüne gelmiş ve bir çayırlıkta mola vermişler. İki akıncı, hemen kispetlerini giyerek, meydana atılmış, başlamışlar güreşe... Saatler geçmiş, ortalık kararmış, onlar yine yenişememiş, el ayak çekilmiş, herkes uykuya dalmış , ama iki pehlivan güreşi bırakmamışlar. Sabaha karşı nefesleri kesilmiş, her ikisi de oldukları yere yığılıp kalmışlar. Ölümün Bile Tuşa Getiremediği Pehlivanlar Ertesi sabah, bir de ne görsünler, iki yiğit çayırların ortasında yüzükoyun serilmiş yatarlar. Ölüm bile onların sırtlarını yere getirememiş. Üstelik, dizlerini vurdukları kırk yerden kırk pınar kaynamış, şırıl şırıl çayırlığı sulamakta... Pehlivanlara orada bir mezar açmış, sırtlarını yere gelmediği için de yüzükoyun gömmüşler. Bundan sonra adı Kırkpınar olan çayırlıkta, her yıl toplu güreşler tutulmuş, bu gelenek yüzyıllar boyu sürüp gelmiştir. Bugün, Kırkpınar sınırın ötesinde kalmış ama, gelenek aynı adla Edirne'de devam etmekte, yurdun dört bucağından gelen pehlivanlar, burada, iki akıncının ruhlarını şadetmekte, güçlerini er meydanında tartmaktalar... Edirne'yi anlatmaya söz yetmez. Söz tükenir, Edirne tükenmez.
Kaynak:www.kultur.gov.tr |